Listeme ve listelere dair kısa bir not:
Sight&Sound’un tüm zamanların en
iyi filmleri anketi için listemi hazırlarken çok düşündüm. Sight&Sound haliyle
katılımcılara bırakmıştı kıstas koyma işini. Yolladıkları e-postada, ister
tarihsel açıdan en önemli bulduğunuz filmleri, ister en sevdiklerinizi ya da en
keyif aldıklarınızı yazın, diyordu. Ama tarihsel önem fazla nesnel, beğeni ise
fazla öznel. Şunu söylemem gerekir ki, estetik beğeninin ortaya konması, çoğu
zaman utanç verici gelir bana. Çünkü insanın kişiliğine dair bir şey olduğu
varsayılır başkaları tarafından. Oysa beğeni, zaten kurgusal bir şey olan ve
çok da değişken olmasına rağmen sabitmiş gibi düşünülen ‘kişiliğiniz’ ya da
‘benliğinizden’ çok daha fazla, söz konusu dönemlerde hangi öğretilerin, ideolojilerin
tesiri altında kaldığınızı açık eder. İnsanın hayatındaki diğer her değer gibi
beğeni de çevresel koşullar tarafından belirlenir, ama niyeyse bir ayrıcalık
tanınır ona, bir anda sizi en fazla temsil eden şey haline geliverir (tabii ki
kimlik denen şeyin beğeni tuşlarından başka bir şekilde oluşturulamayacak hale
gelişiyle ilgili bir şey bu). Neyse, sonuçta diyeceğim odur ki, aslında her gün
kafanızda değiştirdiğiniz bir listenin, bu şekilde algılanacak olması başlı
başına korkunç bir şey. Kendi beğenisine/zevklerine birazcık da olsa mesafeyle
bakan ve egonun sürekliliğine de inanmayan herkes bunun ne denli korkunç ve
utanç verici bir şey olabildiğini anlayacaktır :)
Tarihsel önemi kıstas almak ise,
belli bakış açılarıyla yazılmış olan kitapların dediklerini tekrar etmek gibi gelebilir
insana; öğrendiğiniz şeyleri deneyimle ne kadar sınarsanız sınayın. Sonuçta
sinema tarihçisi de değilim ve bu yüzden böylesi bir kriter de çok ağır geliyor
bana. Geriye tek bir şık kalıyordu, o da şu. Sevdiğim, etkilendiğim, kişisel
tarihimde yer eden birkaç filmi yazdım ama diğerlerini şöyle bir kıstasla
belirledim: Bugün sinema yapacak olan insanların, hangi filmleri izlemesini,
hangi filmlerden ilham almasını isterim? Bu mantık, liste yapma pratiğini
geçmişe dönük bir şey olmaktan çıkarıyor ve insanın bir ölçüde daha rahat bir
seçim yapmasını sağlıyor. Öteki türlü, geçmişe dönük bir mantıkta, insan bir
otorite konumundan, yukarılardan bir yerden (şimdiden) böbürlenerek geçmişe
bakıyor ve kötüleri ayıklayıp iyileri seçiyor gibi hayal ediyor kendini. Beğeni
ya da tarihsel önem, iki kriterde de bu his ağırlık kazanıyor ve seçim
mantığınıza hakim oluyor. Hangi filmlerin insanlara ilham vermesini isterdim
diye baktığınızda ise, ‘bugünkü sinemada neler eksik, neler görmek isterdim?’
şeklinde düşünmeye başlıyorsunuz. Ben de böyle baktım liste olayına. Yani
bunlar benim en sevdiğim filmler değil (öyle bir şey mümkün mü onu da
bilmiyorum) ya da illa çok değerli olarak görülmesi gereken filmler de
değil. Sadece, ismini telaffuz etmek ve üzerine bir şeyler söylemek isteyeceğim
filmler...
Not: Sight&Sound’un sitesinde listeler,
teknik bir durumdan dolayı, numara sırasına göre değil, alfabetik sıraya göre
dizilmiş. Dergiye listeyi aşağıdaki numara sırasına göre göndermiştim. Bu
sıralamadan da hiç emin değilim ya neyse...
1- Vertigo (1958, yön.: Alfred Hitchcock):
Altyazı’nın Eylül sayısının giriş yazısında Vertigo üzerine yazdım. Filmin,
bayıldığım onca Hitchcock filmi arasında özel bir yeri var bir şekilde. Bu
sanırım olağanüstü zaman derinliğiyle ilgili. 1992’de Sight&Sound anketi
için verdiği listesine bir tek Vertigo’yu yazan Chris Marker’ın filmle ilgili
yazdıklarını okuduğumda, Vertigo’ya inancım tazelendi: http://www.chrismarker.org/a-free-replay-notes-on-vertigo/
2- Le Jour
se Leve (1939, yön.: Marcel Carné): 9-10 yıl önce izledim bu filmi, o
günden beri, sinema tarihinin belli bir dönemini anlamak için, bir nirengi
noktası gibi bu filmden kalan anıya başvuruyorum. Fransa’nın Şiirsel
Gerçekçiliği, ABD’de (ve Fransa’da) film noir’a, İtalya’da Yeni Gerçekçiliğe
açılır... Bu şiirsel gerçekçi filmin üç akımın özelliklerini aynı anda taşıyan,
üçünü de kapsayan bir yanı var. Cinayet işledikten sonra kendini eve kapatan
bir fabrika işçisinin zihninde dolaşırız, geçmiş görünür oldukça parçalar
birleşmeye başlar... Filmin, cezaevi hücresini andıran tek bir mekanın içinden,
bütün çareleri tükenmiş -tam bir çıkışsızlık, mahpusluk durumundaki- bir adamın
zihnine sinemanın araçlarıyla erişmesi ve bunu hiçbir kurumsal dayanağa
sığınmaksızın müthiş bir adalet duygusuyla yapmasıydı beni bu kadar etkileyen.
3- Mulholland Dr. (Mulholland Çıkmazı, 2001, yön.: David Lynch): Aslında şu hayatta en sevdiğim, izlerken en çok zevk aldığım film
diyebilirim. Ama zevk pek kolay anlatılan bir şey değil, üzerine yazması da
zor. Lynch bence sadece kurgusal hakikatlerin değil, kurgusal rüyaların da
seyircide arzu uyandırabileceğini ve bu arzunun çok daha güçlü ve sarsıcı
olabileceğini keşfetmiş bir sinemacı. Hiçbir şey anlamadan bir şeyi merakla izleme
fikrinin kendisinde, rüyalara has bir şey var. Lynch bunu başarıyor: Rüyayı
izletmeyi. O müthiş prova sahnesinde bu Lynch etkisini iyi özetleyen bir şeyler
var. Bu gerçek değil bir oyun, bu iki insan birbirlerini yeni görmüşler, ama
izliyoruz işte, öyle iyi oynuyorlar ki rollerini, kapılıp gidiyoruz; gerçek
olmayan, gerçek olmadığı baştan söylenen bir sahneye kaptırıyoruz. Ve üstüne
üstlük biri fısıldıyor: Her şey önceden kaydedilmişti. Genç bir kızın büyük
hayallerle Hollywood’a gelişi ve endüstri içinde tutunmaya çalışması başlı
başına bir kazadır, diyen bir tarafı da var Mulholland Drive’ın. Her şey
kaydedilmişti, birileri ‘o kız değil bu kız oynayacak filmde’ dedi.... Her
şeyin önceden belirlenmiş oluşu, kayıt, oyun-gerçek, saf arzular, karanlık
arzular ve saplantı... Hollywood’a gelen genç bir kız ve bir kaza. Her şey
anlamsız ve her şey çok anlamlı bu filmde. Rüyalarda olduğu gibi ya da
Hollywood’da...
4- Persona (1966, yön.: Ingmar Bergman): Persona
için, Bergman’ın sanata inancını yitirdiği dönemin başyapıtı derler. Bunu ilk
duyduğumda bayağı kafamı meşgul etmişti. Sanata inancını yitirmek ne demektir?
Filmde bunun açık bir tezahürü, maddiyata, yani peliküle yansımış bir tezahürü
vardır: Bir sahnede, iki kadın arasındaki gerilimin en yüksek olduğu sahnelerden
birinde pelikülü yakar Bergman. Bunun bir kayıtsızlık eylemi olduğunu düşünmek,
Bergman’ın bu sahnede Elisabeth Vogler’cilik oynadığını, her şeye inancını
yitirdiğini ilan ettiğini söylemek kolaydır. Oysa bu filmin asıl ilan ettiği
şey, sanata inanmadan da sanatla uğraşılabileceğidir. Bergman’ın, biri yaşam
coşkusunu/inancı, diğeri yaşama yönelik kayıtsızlığı/inançsızlığı temsil eden
bu iki karakteri, niye aynı yüzün iki yarısı olarak düşündüğünü şimdi daha iyi
anlıyorum. Eskiden bunun bir karşıtlık olduğunu düşünürdüm. Şimdiyse sinizm ve
körü körüne inancın, mutlak kayıtsızlık ve sürekli bir yaşam coşkusu duyma
ihtiyacının birbirine çok benzediğini fark ettiğim bir dönemdeyim. Persona’yı
yapan Bergman’ı ve bu iki zıt insanın birbirini niye aynaladığını daha iyi
anlıyorum. Bir tarafta, etrafında olup bitenlere karşı tümüyle kayıtsız kalmak
isteyen, kendini dünyaya kapatan, dile kapatan Elisabeth. Diğer tarafta, her
şeye karşı coşku ve sevinç duyma zorunluluğunu hisseden, sürekli konuşan ve
karşılık bekleyen Alma. Fakat bu iki insanın davranışlarını şekillendiren şey
aynıdır: Bir daha acı çekmeme isteği. Sinizm (hiçbir şeye inanmıyorum) ve inanç
(ben inanıyorum) bu yüzden birbirine çok benzer, ikisi de bir rahatlık,
sıcaklık ihtiyacından (ya da Bergman’ın ima ettiği üzere ana rahmine, ‘dilin
olmadığı yere’ dönme ihtiyacından) kaynaklanır. Persona’nın asıl erdemi ise
Alma’nın belki Elisabeth’ten de daha karanlık ve kibirli olduğunu
gösterebilmesinde yatar. Çünkü Alma, o kadar, sürekli, eksilmeyen bir yaşam
coşkusu duyma ihtiyacındadır ki, Elisabeth’in kayıtsızlığını çekemez, onun
sessizliği karşısında dehşete düşer. İlla konuşturacaktır onu. Alma daha
kibirlidir aslında çünkü duyguyu paylaşmadığında yaşadığını hissedemez: İlla
bir başkasında kendini görmek ister, başkasının da onunla aynı sevinci
paylaşmasını, hislerine ortak olmasını ister. Kendi yüzünü başkasının yüzünde
onaylatamadığı zaman bir çukura düşecektir adeta ve bir daha oradan
çıkamayacaktır. Persona’nın dile getirdiği şey, yaşam inancının, dolu dolu
yaşama isteğinin bu karanlık tarafıdır; paylaşılmadığı zaman çökecek olan, bu
yüzden de sürekli doyurulmak zorunda olan tarafı. Bunun yanında kayıtsızlık
bile çok daha masum kalır. Alma’nın karanlığında Bergman da şunu anlamıştır
belki: Mutlak sevgi ihtiyacının insanı çok daha büyük bir karanlığa
sürükleyebileceğini, sanata inancını yitirdiği noktada da film yapabileceğini,
filmi yakarak film yapabileceğini...
5- Deutschland
im Herbst (Alman Sonbaharı, 1978, yön.: Kolektif): Yukarıda sözünü ettiğim kıstasa en uygun,
dolayısıyla listeye en çok yakışan film bu aslında. 11 yönetmenin, ülkelerinde yaşanan güncel olaylara dair söz
söylemek, tarihe not düşmek adına bir araya gelişlerinde başlı başına büyük bir
umut var. Bu umudu yaşatan filmdir Alman Sonbaharı. Günümüzde yapılan ısmarlama
çok yönetmenli filmlere hiç benzemez. Bir bütün olarak tasarlanmış, ortaklaşa
yaratılmıştır. Çekilen bütün bölümlerin arka planında Kızıl Ordu Fraksiyonu
(RAF) örgütünün eylemleri ve devletin örgütü ve ideolojik söylemini sindirmeye,
yok etmeye yönelik hamleleri vardır ama her bir bölüm farklı bir gerçekliğe
açılır: Bir bölüm “tarih” dediğimiz şeyin resmi ideoloji güdümüyle kurgulanmış
oluşundan bahsederken, teorik bir söz üretirken; diğer bir bölüm, sanatçının
mahrem dünyasına sokar bizi: Devletin zulmü ve Alman halkının eylemcilere
duyduğu öfkenin karşısında, çaresizlik ve telaş içinde üretmeye, hakikati
haykırmaya çalışan, en sefil hallerinde kendi otoportresini çizen bir
Fassbinder çıkar karşımıza. Alman Sonbaharı’nda sosyoloji de vardır,
ekonomipolitik de, toplumsal olan da bireysel olan da, en insani çaresizlik
duygusu da direniş ruhu da. Bütün bunların yanı sıra, tarihsel bir bakış da
vardır: Örgüt üyelerinin cenazesinin yasaklanmasını, resmiyetin/toplumsal
birliğin dışına itilmesini, antik’le, Antigone’nin hikayesiyle buluşturur Alman
Sonbaharı. Tarihe, mitlere, tragedyalara, geçmiş zulümlere bakar güne dair söz
üretirken. Cenaze sekansında Joan Baez’in The Ballad of Sacco & Vanzetti’si
örgüt üyeleri için yürüyen güzel insanları görür, Ferdinando Nicola Sacco ve Bartolomeo
Vanzetti’yi hatırlarız ve düzen dışı sayılan, cenazesi yasaklanan, ‘yası’
yasaklanan tüm muhalifleri. Çok sesli, çok zamanlı bir direniş anlatısıdır
Alman Sonbaharı.
6- Tout va Bien (Herşey Yolunda, 1972, yön.: Jean-Luc
Godard/Jean-Pierre Gorin): Godard’ın, Dziga Vertov
dönemine ait olan Tout va Bien, sadece bir yapıntı olduğunu açık etmez, aynı
zamanda bir ürün olduğunu da açık eder. Bu anlamda Godard’ın, Brechtyen sinema
projesini en eksiksiz gerçekleştirdiği filmidir. Oyuncuların kontrata imza
atması ile açılır film. Yıldız oyuncu mu istediniz, alın size Yves Montand,
alın size Jane Fonda. Aşk hikayesi mi istediniz, bakın el ele yürüyorlar. Ama
işte o kadar, sonrası “bildiğimiz” dünya: Kimlik bunalımında bir reklam filmi
yönetmeni, yürümeyen bir ilişki, bir fabrika, işçiler... Yönetenler ve
yönetilenler. Bütün bir Godard: Tüketim toplumunda ‘yönetmen’ olmak, sistemin
içinde sisteme karşı durmaya çalışmak, sendikal mücadele, aşk, arzu, bu dünyada
üretilen her değerin süpermarket reyonlarında yerini alacak olması ve devrim
inancı, sıfırdan başlamanın gerekliliği...
İki çeşit film kurgusu var denilebilir:
Biri, yaşandığı varsayılan olayları, gerçekliği/hayatı taklit ederek yeniden
üretir. Diğeri, o gerçekliği yeniden üretmekle değil parçalara ayırmakla ve ayrılan
parçaları gözlemlemekle ilgilenir. Godard bu ikincisinin en anlamlı örneklerine
imza atar. Bugünkü çoğu yaratıcı sinemacının aksine, hayatın daha gerçekçi
taklitlerini üretmekle ilgilenmez. Bir bütünlük yanılsaması yaratmak değildir
derdi; bütün gibi gözüken, doğal gibi gözüken hayatı parçalayarak onun aslında
hiç de doğal olmadığını ortaya koymaktır. Filmlerinde, olayların yaşandığı
varsayılmaz, ‘bunu gösteriyorum, ama bu olay gösterdiğimden farklı da yaşanmış
olabilir’ der Godard. Zaten o olay da nedir ki, sadece sahnelenmiş bir şeydir,
daha fazla bir değer, bir otantiklik/hakikat taşıyamaz. Pascal Bonitzer’in de
dediği gibi sinema, birinci çeşit kurguyu tercih etmiştir, Godard tarzı
gerçekçilik, yerini hayatı kopyalamaya dayalı bir gerçekçiliğe, “sefalet
estetiğine” bırakmıştır. Bu yüzden bence her listede bir Godard filmi olması
şart. Sinemanın taklitçi gerçekçiliğin dışında da imkanlara sahip olduğunu
hatırlatmak için. Two or Three Things I Know About Her ya da Masculin/Feminine
de olabilirdi ama Tout va Bien’i tercih ettim, çünkü bence Godard’ın kapitalist
seri üretimi sinema dili aracılığıyla sekteye uğratma projesini en eksiksiz
hayata geçirdiği filmi bu.
7- Salvatore Giuliano (1962, yön.: Francesco Rosi): Bu filmi, Cemal Kafadar’ın küratörlüğünü yaptığı 'Asiler, Azizler,
Âşıklar' bölümünün parçası olarak gösterildiğinde, İstanbul Film Festivali’nde
izledim ve Rosi sinemasını pek bilmememe karşın filmden çok etkilendim. Rosi bu
filmde, bir insanın yüzünü neredeyse hiç göstermeden ona dair bir film
yapılabileceğini gösteriyor. Salvatore Giuliano’nun yüzünün/davranışlarının değil,
tek tek insanlarda yarattığı etkinin, siyasi dünyada neden olduğu çalkantıların
peşine düşüyor. Ona sürekli teğet geçerek bir Salvatore Giuliano portresi
oluşturuyor. Bence bu, akıl almaz derecede güçlü bir kurgu. Bir mafya lideri
bundan daha iyi anlatılamaz. Çünkü böyle bir adamın nasıl davrandığını, nasıl
yemek yediğini, nasıl adam öldürdüğünü vs. gösterdiğiniz anda, seyircinin bütün
ilgisi doğrudan ona kayar. Tarihin seyrini değiştirenlere, yönetenlere, birçok
insanı peşinden sürükleyenlere yönelik büyük bir iştahımız vardır, onları
görmek isteriz. Kurmaca bir filmde, o insanı ne kadar gerçekçi çizerseniz
çizin, onu kadrajın içine aldığınız anda kahramanlaştırırmış olursunuz. Tek
yaptığınız şey, zaten bir ‘mit’ olan bu figürü, daha büyük bir mite
dönüştürmektir. İdollük mevhumunu beslemektir. 'O' konuşulur hep: “Öyle değildi aslında şöyleydi”,
“ne kadar gerçekçi çizmiş onu” vs. Görme iştahı, sansasyon ve o kişinin hakikatine dair
sonu gelmeyen teoriler, spekülasyonlar... Tüm bu süreç sonunda o insanın hakikatine dair
binlerce fikir üretilmiştir, varsayım yapılmıştır, ama tüm bunların esas
sonucu, onun mitinin pazar değerinin artmasıdır. Tarihi bir figürün hakikati
anlattığını iddia eden ve o hakikate yönelik iştahtan beslenen bir sinemanın
tek yaptığı, kendi yarattığı “hakikati” üretilir ve satılabilir bir şeye
dönüştürmektir. Oysa başka bir sinema daha var ve Salvatore Giuliano bu
sinemaya işaret ediyor: Tarihsel figürlerin mitine tapınmayan, onları izlemeye
(ki ne izleriz ki zaten, birilerinin yarattığı kurgusal bir şey değil mi o
sonuçta?) yönelik seyir açlığını beslemeyen; tam aksine bu adamın, asıl böylesi
bir kurguda, kadraj dışında kalarak anlatılabileceğini söyleyen bir sinema.
Mafyaların, tetikçilerin, devlet güdümlü katillerin, suikastçıların, “hakikati”ni
göstermeye yeltenerek, onları yücelten, sansasyonel birer seyirliğe dönüştüren
sinemanın tam aksi işte bu. Ve bu film, şurada bahsettiğim her şeyi, bir mitin
nasıl üretildiğini, medyatik tüketim toplumunda hakikatin nasıl
pazarlanılabilir bir şeye dönüştürüldüğünü de anlatıyor. Yani kısacası 1962’de,
bugünü anlatıyor.
8- In a Lonely Place (1950, yön.: Nicholas Ray): Bir klasik film noir alacaktım listeye. Out of the Past ya da Sunset
Bulvarı da olabilirdi bu. In a Lonely Place’i tercih ettim. Her klasik noir
gibi bir suç hikayesini, bir aşk hikayesiyle iç içe anlatıyor In a Lonely
Place, ama bunun da ötesinde, senaryo yazarı olan erkek kahramanı (Bogart) aracılığıyla
sinemaya dair de bir şey söylüyor. Ne biz seyirci olarak sinemaya, ne de
aşıklar birbirine güvenebiliyor: Çok büyük bir yalnızlık hali var filmde.
Melankoliyi, sanki çok korkunç bir şeymiş gibi itelemiyor Nicolas Ray, aksine
tüm noirlardan belki daha fazla “melankoliye aşık” bir filme imza atıyor. Humphrey
Bogart ve Gloria Grahame’in birbirlerine güvenmeye çalıştıkları ama bir türlü
güvenemedikleri sahnelerde öyle karmaşık ve güzel bir yere varır ki film,
ironi, yalan, sahte, gerçek, yapay, her şey birbirinin içinde erir. İçtenlik
ile yalancılık, doğru ile yanlış arasındaki ayrımın ortadan kalktığı, önemsizleştiği,
sinemanın kendisi kadar garip bir yerdir bu.
9- Il Grido (Çığlık, 1957, yön.: Michelangelo Antonioni):. Soğukkanlı bakarsak Antonioni’nin en iyi filmi bile olduğunu
söyleyemeyiz belki. Ama tuhaf bir gücü var Çığlık’ın. Antonioni filmi henüz
Yeni Gerçekçilik’ten tümüyle uzaklaşmadığı bir dönemde çekmiş: Henüz hayal
gücünü, bütün olarak büyük kent burjuvalarının yabancılaşmasına, kimlik
sorunlarına vakfetmediği bir döneminin filmi Çığlık. Bu yüzden de, birbirini
dışlamayacak şekilde, hem sınıfsal hem de varoluşsal bir bakışı var. Büyük
cüsseli bir erkeğin, gururu ayaklar altına alındığında ne kadar kırılgan
olabildiğini ortaya koyarken Antonioni, insana bakıyor, onu tanımaya çalışıyor
(Sosyal gerçeklerden uzaklaştığını iddia edenlere yanıt olarak, ‘Bir işçi aşkı
nasıl yaşar? Nasıl aldatılır, nasıl aldatır?’ bunları da sormalı,
incelemeliyiz, demiş bir söyleşisinde. Çığlık’ta tam olarak bunu yapıyor). Ama
aynı zamanda yuvasından olup kendini yollara bırakan bu rafineri işçisinin
aidiyet duygusunu yavaş yavaş yitirdiği yollarda dönemin İtalya’sının
portresini de çiziyor. Çığlık bu yüzden değerli: Duygusal olanla toplumsal
olanın asla ayrıştırılamayacak olduğunu, hatta böyle bir karşıtlığın ne kadar anlamsız
olduğunu tüm şiddetiyle gösterdiği için.
10- Puzzle of a Downfall Child (1970, yön.: Jerry Schatzberg): Yıllar önce izleyip çok etkilendiğim, sonra ne bir daha izleme şansı
bulabildiğim, ne de üzerine bir şeyler okuduğum bir film. Bugün izlesem ne düşünürüm
bilmiyorum, ama pek sözü edilen bir film olmaması nedeniyle de hep şöyle bir
liste olsa da ismini zikretsem diye düşünmüşümdür. Filmde beni etkileyen,
güzelliğin yitirilişi ile şöhret kaybını ve bunları yaşayan bir kadının toplumun
dışına, dilin/aklın dışına çıkışı sürecini son derece şiddetli bir şekilde,
hiçbir teselliye sığınmadan işleyebilmesiydi. Sinemada deliliği, aklın
iktidarına sahip olanların ürettiği bir kategori olarak ele alabilmek cüret
ister, ama Puzzle buna ilaveten, modanın/güzellik anlayışının da benzer bir
mekanizmaya sahip olduğunu ima ediyordu. Filmin, akıl-delilik ve güzellik-çirkinlik
ikilikleri arasındaki paralelliğe işaret edişinden etkilendiğimi hatırlıyorum.
Ayrıca her şeyiyle, bir Yeni Hollywood filmidir, her şeyiyle 70’lerin Amerikan
sinemasının ruhunu taşır. Toplumun tüm kurumlarına karşı bir güvensizlik hissedilir
Yeni Hollywood filmlerinde; belki Puzzle, evlilik, istihbarat, devlet vs. gibi
kurumlara ilaveten tıbba ve psikiyatriye karşı da bu güvensizliği barındırdığı
için beni çok etkilemiştir. Ayrıca Faye Dunaway’in performansının da, korkutucu
derecede iyi olduğunu anımsıyorum.
Listemde yer vermeyi düşündüğüm diğer filmler (sırasız ve sınırsız): Once Upon a Time in the West, Barry Lyndon, Johnny Guitar, High and
Low, Sweet Smell of Success, The Battle of Algiers, Opening Night, Brief Encounter, The Apartment, Paths
of Glory, You the Living, Umut, Punishment Park, Annie Hall, Bound for Glory,
Soy Cuba, Effi Briest, Sunset Blv., Cría Cuervos, 71 Fragmente einer
Chronologie des Zufalls, Night of the Hunter, Death in Venice, Colossal Youth, A
Streetcar Named Desire, The Meaning of Life...
Yanağını Tanrının yüzüne bastırmak…
YanıtlaSilBalayı sonrasında ,Ang Lee adını afişde görür görmez,gözüm kapalı aldım biletimizi.İnanın görselin konusu,ismi ve cisminin ne olduğunu içeri girince keşfetmek üzere koltukta yerimizi aldık.Yönetmenin yazı puntosu, beyaz perdede filamingoların yürüyüşü eşliğinde usulca akarken, heyecanımı saklayamadım.Her cins kumaştan önünüze kusursuz zengin tasarımlar sunan Tayland asıllı Lee, portfolyasına bir yenisini daha 3D olarak eklemiş.Enteresandır, dış görünüş olarak göze hitap etmeyen hayvanlar, yönetmenin kamerasında adeta estetize olup izleyiciye ulaşmış. Örneğin bir yılanın ağaç kökleri ile birlikte görsel sunumu çok etkileyici.Yann Martel’in romanından,David Magee‘nin kalemiyle senaryolaştırılan, Pi’nin Yaşam Öyküsünü 3D olarak çekmeye cesaret edip, elini yüklü bir taşın altına koymaya cesaret eden mütevazi,deha yönetmenimizin elini öpmek bir sinefilin unutmaması gereken görevidir.Bombay’da yaşayan,her yazdığımın sıkı yericisi ve övücüsü olan kızkardeşimin,filmde sözügeçen Hint Pontisberrysi ile Fransız Riverası benzetmesinin,filmi izlerken dikkat etmesini ve detayları bir de ondan dinlemeyi şahsım adına çok isterim.Filmin seyri sırasında yer yer Louvre müzesindeki Monet tablolarını görür gibiydim.
Paristeki bir yüzme havuzundan ismini alan Piscine Monitor Patel, nam-ı diğer Pi’nin inancını canlı kılan şüphesiydi ve bu durum onu Hinduizm,katolik mezhebi, müslümanlık arasında seçim arayışına sürüklemişti.Sevgili Pi’nin metronomu Kabala ve Budizm arasında gidedururken kendini Bengay kaplanı,Richard Parker ile aynı filikada Pasifiğin abisinde buluverir. Pi,ümidin kaybolmaya yüz tuttuğu çetrefilli sınavını, zoru başararak gerçekleştirir.Ve nihayetinde yanağını Tanrının yüzüne bastırdığında, görsel şölende kullanılan tüm renkler monokromlaştırılır.Tıpkı Richard Parker’ın vahşi doğasına geri dönüşünde olduğu gibi. Filmin sonunda da nasıl bir hikayeye inanmak istediğimizi, yönetmen seyircisine bırakır. Pi, hayatındaki keskin virajlarda vedalaşmak için vakit bulamamıştır, ya siz? Bu sorunun cevabını düşünmek için, sizi 3D gösterimli görsel şölene tüm cürretimle davet etmek isterim.2013’e iyi başladık,acısıyla tatlısıyla devamı gelsin, keyifli seyirler…
http://www.turkcealtyazili.com/olum-korkusu-vertigo-1958.html
YanıtlaSilVertigo ile ilgili okuduğum bir yorum aşağıda, yukarıda ise seyir kaynağı.
çekildiği dönemde gişede batmıştır. çok eleştirilmiş filmin derinliği çok sonraları anlaşılmıştır.